TOP

Fırat Neziroğlu: Lif Sanatı İçin Yeni Ufuklar

Tablolarından bizi seyreden güçlü portreleriyle dokumacılığı ve lif sanatını bambaşka bir seviyeye taşıyan Fırat Neziroğlu, sanatı ve moda tasarımları için ihtiyaç duyduğu ilhamı, Anadolu’nun* kadim kültürlerinden alıyor.

Sizin şu şahane dokuma tablolarınızdan birini ilk gördüğümde şunu düşündüm: Ama bu deli işi! Daha kolay bir yol seçemez miydiniz?
(Gülüyor) O kadar özümüzden bir şey ki dokuyuculuk. Dünyada ilk yerleşkeler kurulduğunda, üç tane ev vardı: Ekmek evi, seramik evi ve dokuma evi. Bu üçü olmadan insanlar yerleşik hayatta başarılı olamıyorlar. Bu kadar kadim bir kültür insanda çok fazla his uyandırıyor. Resim yapsaydım, müthiş ressamlar arasında kendimi ne kadar anlatabilirdim bilmiyorum. Ama dokuyarak resim yapınca, hepimizin özünden, atasından bir bilgiyi de aktarmış olduğumu fark ettim yıllar geçtikten sonra.

İnsanlar işlerinize kayıtsız kalamıyorlar. Direkt başlar çevriliyor!

Evet, çünkü çok geleneksel bir şeyin bir tablo, ya da sanat eseri formuna dönüşmesi insanları genelde şaşırtıyor. Ayrıca dokunma isteği uyandırıyor. Yün aynen saçımız gibi; keratin yani. Bu da ister istemez ona bir sıcaklık, bir yakınlık duymamızı sağlıyor. Ben tablolarıma hep dokundurtuyorum.

“Doğaya saygım olsun; bir şey kirletmeyeyim; yok etmeyeyim istiyorum. Biri kazak örmüş de yünü mü artmış? Eşim dostum etraftaki arta kalan iplikleri hep bana gönderirler. Birkaç tane de fabrika var, dünya tatlısı. Onlar da hep fazlalık ipliklerini bana gönderirler.”

Yaptığınız iş “fiber art” (lif sanatı) olarak tanımlanabilir mi?
Evet. Dünyada fiber art ile uğraşan çok fazla sanatçı var. Burada, “lif sanatı” terimini Türkiye’ye ilk defa akademik olarak sokan Suhandan Özay Demirkan’ı da es geçmemek lazım. Kendisi Viyana’da okuyup dokumalar yaptıktan sonra buraya geldi. Şimdi artık birçok üniversitenin tekstil bölümünde hocalar lif sanatı yapmaya başladı. Lif sanatı, ya tekstil tekniklerinin farklı malzemelerle uygulanması, ya da tekstil malzemesinin farklı tekniklerle uygulanmasıyla gerçekleştirilir. Bunun içine keçe, dantel, aplike, işleme, yama, dokuma, örme tığ işi, nakış, bunların hepsi girer… Dünyada da birçok örneği var. Hatta Amerika’daki pek çok kadın, bizim annelerimizin yapıp televizyon üstüne koyduğu dantellerin çok küçücük bir motifini duvara asıp sanatçı oluyor. Yani düşünün bizdeki zenginliği!

Bu arada Belkıs Balpınar’ı da anmak olmaz. Kendisi, Anadolu kiliminin çağdaş yorumlarını yapar. Desenler çizer, köylere gider, o desenleri kadınlara dokutur. Dünyada onun kadar iyi olan çok azdır.

Benim yaptığım işe gelince: Ben dokumanın içine boşluk, ışık ve gölgeyi ekleyerek dünya literatürüne girdim. Avrupa’da ve Amerika’da pek çok üniversitenin tekstil bölümlerinde farklı bir teknik olarak anlatılıyor. Kanada’da tekstil toplulukları, “Fırat Neziroğlu gibi dokumak” diye atölyeler düzenliyor ve bana bağlanıyorlar arada bir. Bir tane tez bile yazıldı hakkımda. Dolayısıyla dünya çapında tanınmış bir dokuma tekniğim var.

KRALİÇE SİZİNLE GÖRÜŞMEK İSTİYOR!

Tam olarak ne kastediyorsunuz “boşluk, ışık ve gölge katmak” derken? Yüzeyin tamamını dokumuyor musunuz?
Aynen öyle! Ben işlerimde, sadece portrenin olduğu alanları dokuyorum ve kenarlarına kendi keşfettiğim tarzda ufacık düğümler atıyorum. Boşluk hissini yakalamak için de misina kullanıyorum. Misina arka tarafını gösterdiği için, arkasından geçen kişi de tabloya eşlik etmiş oluyor ya da tabloyu bir pencerenin önüne koyduğunuzda, arkasındaki manzara da dokumanın içine dahil oluyor. Bazen de zemini tamamen dokuyup, portrenin olduğu yerleri boş bırakıyorum; tıpkı bir filmdeki pozitif-negatif kısımlar gibi. Bir tarafından ışık vererek, duvarda istediğim boyutta bir gölge portre yaratıyorum.

Bir tabloyu ortaya çıkarmanız ne kadar zaman alıyor?
Çalışma sürecinde timelapse videolar çekiyorum. Koyuyorum kamerayı, makine hepsini söylüyor. 1 metreye 1 metre bir tablo, ortalama 580-600 saat sürüyor. Çok eski usul dokuyorum. Dört köşe bir çerçeve düşünün. O çerçevenin üstünde çentikler var. İpleri tek tek oradan geçiriyorum. Bu boyutta bir iş için ortalama 2.000 kadar misina çekiyorum. O tellerin arasını, teker teker ellerimle bir aşağı bir yukarı kaldırarak dokuyorum.

Çırak kullanmıyorsunuz yani! Hani heykeltraş Rodin’in onlarca çırağı olurmuş ya!
Hep şunu söylüyorum: Bir piyanisti dinlemeye gittiğinizde, piyanonun tuşlarına asistanı basmıyor. Ben de photoshop’tan bir görsel çıkarıp ellerine versem; burada ne görüyorsanız onu dokuyun desem, o zaman ne tadı kalır ki?

Ne tür iplikler kullanıyorsunuz? Özel iplik peşinde koşuyor musunuz?
Misina var en başta. Misina bulmak için sürekli balıkçılardayım; onlarla hoş bir diyaloğum var. Doğaya saygım olsun; bir şey kirletmeyeyim; yok etmeyeyim istiyorum. Biri kazak örmüş de yünü mü artmış? Eşim dostum etraftaki arta kalan iplikleri hep bana gönderirler. Birkaç tane de fabrika var, dünya tatlısı. Onlar da hep fazlalık ipliklerini bana gönderirler, çünkü dokuma fabrikalarında kısa kalan bobinler hep çöpe atılır. Bu artık iplikleri yer yer boyuyorum; yer yer birkaç kat birleştirip büküyorum veya o büklümleri açıp daha ince iplikler haline getiriyorum. İpliklerle oynuyorum ama yeni hiç bir şey almıyorum hiç.

“Ankara’nın tiftik keçisi artık burada üretilmiyor; Yeni Zelanda’da üretiliyor. NASA’nın uzay kıyafetlerinin temel malzemesinin Ankara tiftik keçisinin yünü olduğunu biliyor muydunuz? Sonra da işte derler: Fırat niye delirdi?”

Zanaatkarlık ile sanatı birleştirdiğimiz zaman, insanların kayıtsız kalamadığı, eşsiz işler çıkıyor ortaya. İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth ile Tayland Kraliçesi Sirikit de bu yüzden mi sizi buldu? Nasıl ulaştılar size? Bir gün kraliçenin yaverinden telefon mu aldınız?
Telefon geldi, evet! Tanıtım veya reklam ofisleri var, oradan… Eskiden büyük kuleleri, katedralleri, şatoları sıcak tutmak için duvarlarını tekstillerle kaplıyorlardı. Aslında bir yalıtım malzemesi. Bu insanlar çok yüksek zevk sahibi olduğu için, onların üstüne resimler yapılmaya başlandı. Dolayısıyla dokuma resim geleneği ortaya çıktı. Eskiden çok vardı bu dokuyuculardan ama endüstri devrimiyle birlikte her şey makineye dönünce, yavaş yavaş ortadan kayboldular. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim artık: Şu anda dünyada benden daha gerçek suretler dokuyabilen kimse yok. O yüzden beni buluyorlar.

Peki sizi arayıp ne sipariş ettiler?
Mesela Tayland Kraliçesi’nin doğum günü kutlamaları kapsamında Tayland’a gittim. Önce Tayland’ı bana gezdirdiler. Dokuyucu köylerini gösterdiler. Orada gördüm ki kraliçenin bir kumaş politikası var. Ülkede her şey eski usul ve yavaş dokunuyor. İhtiyaç kadar dokunuyor. Sonra kraliçe için bir kumaş dokudum. Tayland’da tapınaklarda her yer altın; güneşte parıl parıl parlıyor ve kontörleri göremiyorum. Bir gece bir baktım, ay ışığında tapınakların silüetleri müthiş görünüyor ve her şeyi net olarak görebiliyorum. Dolayısıyla ben de kraliçe için altın, gümüş ve bakır ipliklerden, tahta çıktığı yılki bir portresini dokudum ve arkasına da bir tapınak kondurdum. Dışarıdan bakınca altın, gümüş, hepsi birbirine karışıyor ve bir şey seçemiyorsunuz. Karanlıkta, loş bir ışıkta baktığınızda ise kraliçenin sureti ve tapınak beliriyor. Öyle bir şey yaptım ona. Benim çizgim normalde Avrupa ile daha uyumlu; çünkü bende perspektif, ışık ve gölge var. Tam bildiğimiz çağdaş Batı resminin temelleri bunlar. Doğuda ise başka bir kafa çalışıyor. Minyatür denen bir şey var. Şimdi oraya aykırı bir şey yaparsam, o kültüre saygısızlık etmiş olurum. Dolayısıyla oranın çizgileri içinde oynamayı tercih ettim.

‘FIRAT NEZİROĞLU ERKEĞİ’ TAM BİR ANADOLU DEDESİ

Tekstil tasarımı mı okudunuz? Yoksa zamanla kendiniz mi bu yola girdiniz?
İzmir’de, 9 Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil ve Moda Tasarımı bölümünde okudum. Bayağı “hard core” desen dersi aldım. Çıplak modeller vardı eskiden; şimdi yok! Haftada iki gün sabahtan akşama modelli derslerde desenler çizdim. Dolayısıyla ışık-gölge, anatomi öğrendim. Bildiğiniz, eski usul Güzel Sanatlar Fakültesi mezunuyum. Şimdi Sanat ve Tasarım Fakültesi oldu bu okullar. Dolayısıyla desen dersleri pek kalmadı.

Artık öğrenciler insan anatomisi çizemeyecek yani!
Evet, çok üzülüyoruz! Çünkü bu işi insan için yapıyoruz; insanı tanımamız temel şart.

Kendiniz de moda koleksiyonu yapıyor musunuz?
Evet benim de FN adlı bir markam var. Erkek giyim koleksiyonları yapıyorum her yıl. Pandemi nedeniyle şimdi bir ara verdim. Pandemiden önceki yıl New York Fashion Week’de bir defile yaptım. Ertesi yıl yine katılacakken, kaldı. Şimdi Paris ve New York Fashion Week ile tekrar flörtleşiyoruz ama bilemiyoruz, ne zaman ortalık düzelecek… Onun dışında birkaç özel firmaya daha koleksiyon hazırlıyorum.

Peki klasik moda dergisi sorusudur, onu da sorayım: Fırat Neziroğlu erkeği nasıl bir erkek?
Tam Anadolu dedesi! O kadar güzel halleri var ki bu Anadolu dedelerinin. Örneğin kıyafetlerde, terledikçe koltuk altlarında zamanla lekeler oluşur. Ayrıca koltuk altı, sürtünmeden dolayı daha çok aşınır. Anadolu’da ise yokluk var. Fakat yokluk, aynı zamanda çok büyük varlık! Dolayısıyla Anadolu insanı (yani anneannelerimiz), koltuk altına üçgen bir kumaş parçası takıyor. “Kuş” diyor ismine de. O üçgen parça, hem kalıpta daha az kumaş harcanmasına; hem de koltuk altının yıpranması durumunda sadece o kumaşın değiştirilerek meselenin çözümüne yarıyor. Ben böyle Anadolu’da ne var diye bakıp, yaptırıp, üstüme giyip bir süre dolanırım genelde. Bir baktım; bu şekilde koltuk altı daha az terliyor, çünkü “kuş” denilen o kumaş parçası körük görevi görüyor. İşte benim bütün koleksiyonlarımdaki ceketlerde, gömleklerde, tişörtlerde o “kuş” vardır.

Anadolu dedelerinin cübbelerinden de çok yola çıkarım. O cübbeler müthiş ergonomiktir; hava geçirimi bakımından çok acayip özellikleri vardır. Onlardan alıp kullandığım formüller de var. Mesela bende hiç düğme yoktur. Bir gün Çankırı’da geziyorum. Orada bir dede gördüm. Bir baktım; ceketinin düğme olan yerinde sadece iki tane delik var; sağlı sollu uçkur takmış. “Amca” dedim, “Bu ne güzel şey, ne yaptın sen?” “Aman oğlum,” dedi, “Yokluk işte! Düğme bulamadım. Bizim hanım bunu yaptı.” Dolayısıyla bende de ceketlerin iki yanında hep bu uçkurlardan vardır.

GELENEKSEL TÜRK TEKSTİLİNDEN ÖĞRENECEKLERİMİZ

Geleneksel Türk tekstilinden de bir şeyler öğreniyor musunuz? Şile bezi olsun, buldan olsun. Bir de “kutnu” diye çok özel bir kumaş varmış, ben yeni öğrendim.
Üstümde kutnu var! Antep’te dokudum. Şu anda da sizle Şile’den konuşuyorum. Şile Belediyesi öncülüğünde burada 100 tane dokuma tezgahı kurduk. Her tezgah için yerli halktan 200 kadının çalışmasına karar verdik. Ben kendilerine dokuma eğitimi veriyorum. Şile bezi, dünyada coğrafi işaretiyle tanınan bir kumaş ve bizim çok önemli bir değerimiz. Yeniden eski usulde dokunuyor olmasını çok arzu ediyoruz. Etrafta bir sürü şile bezi dokunuyor ama onlar şile bezi değil. Şile bezinin kendi dokusuna kavuşması için Karadeniz’in sularında yıkanması ince kumunda kuruması lazım. Çeşmede yıkadığınız kumaşla denizde yıkadığınız arasında çok büyük fark var! Dolayısıyla biz burada, anneannelerimiz bu işi nasıl yapıyorsa aynı şekilde yapmak üzere buluştuk.

Yirmi seneden fazla süredir Anadolu’yu geziyorum ve bilfiil kumaş dokuyorum. Akademisyenim, yıllardır üniversitede ders veriyorum. Yavaş yavaş bu konuda söz sahibi olduğumu düşünüyorum. Artık biraz konuşasım var: Kumaş, moda tasarımının temel işbirlikçisi, fakat etraf kumaş bilmeyen modacı ile dolu! Bilenler tabii ki başımızın tacı. Şimdi mesela kutnu kumaşı modernleşti. Bir baktım, ipliği değişti, o’su değişti, bu’su değişti. İşte o zaman o kutnu olmuyor. Şile bezini de başka türlü dokursanız, bir bakarsınız buldan bezi olmuş. Şimdi, bu coğrafyanın bilgisi, manası anlaşılmadan tasarım yapıldığı zaman, benim cinlerim tepeme çıkıyor! Çünkü bezeme başka bir şeydir; tasarım başka. Bana bir gün dediler ki: “Şile bezini kalınlaştırmak istiyoruz, çünkü çok ince ve iç gösteriyor.” Evet ama, ben şile bezinin kalınlığını değiştirirsem, o artık şile bezi olmaz ki! Ben de aynı anda iki tane şile bezini tek tezgahta birbirine bağlayarak dokudum. Yoksa kalınlığını değiştirirsem, o artık özünden çıkacak.

NASA KIYAFETLERİ, ANKARA TİFTİK KEÇİSİ YÜNÜNDEN

Bir de dünyayı gezen bir keçe serginiz olmuştu. Keçe sizce neden özel bir malzeme?
Bu topraklar çok acayip. Bir kere Mezopotamya’da Sümerler yaşamış. Bu kadar eski kültürden tabii ki bilgiler gelecek. Mesela biz zannediyoruz ki ilk insanlar, ellerinde bir sopa, saçlar başlar karmakarışık, üstlerinde paçavralarla gezerdi. Halbuki Avrupa’da sergilenen bir Neandartel kafatası görmüştüm. Üstünde saçı da duruyordu ve çeşitli kumaşlarla örülmüş müthiş bir topuzu vardı. Onlar aslında iğneyi kullanmayı, iplikleri kullanmayı, kumaş dokumayı biliyorlardı. Deniz kabuklarını bileyip kendilerine süsler yapıyorlardı. Dolayısıyla öyle pejmürde bir halleri yoktu. Modern çağın bir huyu var: Eski olan kötüdür, çirkindir, pasaklıdır. Yok öyle bir şey!

Keçe de bu topraklarda doğmuş, ta Sümerler’den kalma bir gelenek. Onlar elbiselerini dokurken saçak saçak yünler kullanmışlar. Tabii bunlar suyla karışınca, nemli ve alkali ortamlarda aynı saçımızdaki rasta gibi, bir daha ayrılmamak üzere birbirine geçiyor.

Biz en çok nerede görürüz keçeyi? Çobanların kepeneklerinde. Şimdi artık çoban da kalmadı ya! Hepsi şehre geldi, inşaatta çalışıyor. Dolayısıyla artık Ankara’nın tiftik keçisi burada üretilmiyor; Yeni Zelanda’da üretiliyor. NASA’nın uzay kıyafetlerinin temel malzemesinin Ankara tiftik keçisinin yünü olduğunu biliyor muydunuz? Sonra da işte derler: “Fırat niye delirdi?” Aslında mutlu bir insanım ama ne yazık ki bunları söylemek durumundayım. Bunu bir görev olarak görüyorum. Çünkü dünya elden gidiyor. Yazıktır, nereden tutarsak kâr!

Keçeyi en çok çoban kepeneklerinde görürüz, demiştim. Öyle güzel bir malzeme ki, çoban üçgen şapkalı bu pelerini kafasına geçirip dağa bayıra çıkıyor; sonra koyun kuzu otlarken keçeyi yere serip üzerinde bir güzel uyuyor. Neden o kadar rahat uyuyor, biliyor musunuz? Çünkü keçeye yılan, çiyan, akrep, kene, börtü böcek gelmiyor. Dokusu kaşındırıyor onları.

Bu çok değerli bir bilgi benim için şu anda!
Bunlar hep Anadolu bilgisi… Biraz anneanne, dede dinlemek lazım. Benim çok şansım oldu gidip dinlemek için. Keçe sergisine gelince; bir seferinde Louvre Müzesi’ne gitmiştim. Baktım, Mikelanj heykelleri yıkılıyor! Sonra bir gaza geldim. Dedim ki: “Ben de bunlardan yapmazsam Fırat değilim.” yani. O mermerden heykel yapmış, ben de keçeden yapacağım dedim. Aldım keçeyi, bir güzel sıkıştırdım. Eller yaptım. O teknik de sanki benle özdeşleşti gibi. Sonra işler 2008’de dünya turnesine çıktı. Bazıları geri döndü; bazıları ise çeşitli galerilerde ve müzelerde daimi sergide.

Anadolu dipsiz kuyu gibi, oradan suyu çek çek dur…
Ay, ömrüm yetmez! Her geçen gün, bir şey yapamıyorum diye içim içimi yiyor.

BALE: ÇOCUKLUKTAN GELEN YAŞAM BİÇİMİ

Bu arada İzmir’de bir dans atölyesi de kurdunuz. Saatlerce dokuma tezgahı başında sabit kalmayı dengelemek için mi?
Benim babam futbolcu. Bütün arkadaşları ise balet. Küçükken kızkardeşimle beni de hemen dansa yönlendirdiler. Kız kardeşim şu anda dünyada ilk 4’te bir ritmik jimnastikçi. Kızlarımız Avrupa şampiyonu oldular biliyorsunuz grup serisinde. Bireysel seride ise Türkiye’de kızkardeşimden daha yüksek puan alan kimse yok hala. O da çok çılgın bir çocuktur. Ailem bizi çok izler; ne yeteneği var bu çocuğun diye. Üniversite çağına gelince “Sen güzel sanatlar okuyacaksın,” dediler. Ben bir keresinde tarih öğretmeni olmak istediğimi söyleyince, kara tasaya düştüler. Evde ah’lar, vah’lar… Ben de tamam dedim. Güzel sanatlar fakültesine girince bir baktım, ayağım kafama kadar kalkıyor ama orada hiçbir değeri yok. Dört sene okudum. Daha sonra araştırma görevlisi olarak okulda kaldım. Ardından, bir yıl kadar Adana Çukurova Üniversitesi tekstil bölümünde temel sanat eğitimi müfredatını oluşturup, tekrar 9 Eylül Üniversitesi’ne döndüm. Oradan istifa etikten sonra, bir boşluğa düştüm. Dedim ki: “Ben dans edeyim!” Hemen dans hocam Şebnem Şenel’i aradım. “Hocam ben bir topluluk kurmak istiyorum, izin var mı?” Ay, bayılıyorum icazete. İznimi aldım. Bir çağrı yaptım, hayali dans etmek olan kim var, diye. 23 kişi geldi. Böyle parasız pulsuz, gönüllü birleştik. Benim evimin salonunda, spor salonunun bir köşesinde ve Bostanlı sahillerinde dans etmeye başladık. İlk yıl Küçük Prens eserini sahneledik. İkinci yıl, Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle Müzeyyen Senar’ın hayatını anlatan Müzeyyen diye bir iş yaptık. Telifi bende. Ondan sonra arka arkaya yıllarca birkaç eser daha yaptık. Bayağı dansçı oldu ekiptekiler. Sabah işlerine gidiyorlardı. Kimi çevre mühendisi, kimi lise öğretmeni, kimi avukat. İşten sonra akşamları gelip prova yapıyorlardı. Dünya tatlıları! Yıllar sonra hayalimize ulaştık ve İzmir Devlet Opera ve Balesi sahnesi dansçılarıyla birlikte, bir eserde aynı sahnede dans ettik.

Şimdi sırada ne var?
En son Avustralya’da bir sergim açıldı, Mart sonuna kadar devam eden. Çok istiyordum Avustralya’ya gitmeyi ama pandemi zamanında mümkün olmadı. Şimdi ise Amerika’da bir Şahmaran** projem var; ona beş santimlik küçük bir iş hazırlıyorum. VR teknolojisiyle Şahmaran’ı canlandıracağız. O kadar heyecanlanıyorum ki anlatamam!

Fırat Neziroğlu’nu takip etmek için: tr.firatneziroglu.co.uk ve @firatneziroglu

* Anadolu kelimesi, Türkiye’de İstanbul’un dışında kalan neredeyse her yeri kapsayacak şekilde yaygın şekilde kullanılsa da, kelimenin anlamını çok az kişinin bildiğini söylemek yanlış olmaz. Yunanca’daki ἀνατολή (Anatoli) kökeninden türemiş kelime, “Doğu” veya “güneşin doğduğu yer” anlamına geliyor. Tıpkı “Levant” (Fransızca) ve “Orient” (Latince) muadillerinde olduğu gibi.

** İran, Türkiye, Ermenistan ve Irak coğrafyalarında az çok benzer şekilde tasvir edilen kadın başlı yılan figürü Şahmaran’ın, nam-ı diğer “Yılanların Şahı”nın, uğur getirdiğine inanılıyor ve günümüzde hala pek çok Anadolu evinde camaltı boyaması resimleri duvarlara asılmaya devam ediyor.

Yorum yazın