Mehmet Sinan Kuran: Bütün Çocuklar Sanatçıdır
Mehmet Sinan Kuran, akıl almaz zenginlikte imgelerle hayatın kaydını tuttuğu çizim defterlerini dünyaya göstermeye karar verdiğinde, Christie’s’de eserleri satılacak bir sanatçı olma yolunda ilk adımı attığını bilmiyordu. Sergilerinde izleyiciyle arasındaki görünmez duvarı kaldırmayı başaran sanatçı, üretirken eğlenmeyi ve eğlendirmeyi ihmal etmiyor.
Sizi ilk keşfettiğimde, hayatınızın geç diyebileceğim bir döneminde eser vermeye başladığınızı farkettim…
45 yaş!
Peki eser vermemiş sanatçı olur mu? Mesela ben kitabı olmayan 46 yaşında bir yazar olarak sizin hikayenizden ümitlenebilir miyim?
Eseri olmamış sanatçı tabii ki olur. Sanatçı olmak verdiğiniz eserle pek alakalı bir şey değil. Bu bir yaşayış ve hissediş biçimi. Tam tersine, ürettiklerini kimsenin görmemesini tercih eden insanlar da olabilir. Bu bence çok anlaşılabilir bir şey. Bildiğim kadarıyla, Kafka da tüm yazılarını saklamış ve kesinlikle kimsenin bilmesini istememiş.
Sonradan mı keşfediliyor Kafka?
Bir arkadaşına, “Yak!” diye bırakıyor. Kendisi kıyamıyor. O arkadaşı da yakmak yerine bir yayınevine götürüyor. Çok ciddi tartışma konusu tabii. İyi mi yaptı, kötü mü yaptı… Benim fikrim, kötü yaptığı yönünde. Çünkü Kafka insanlığın görmesini istememiş. Netice itibariyle buna saygı duymak gerekir. Tabii ki hiç eser paylaşmamış sanatçı olur. Hatta eser meydana getirmemiş dahi olabilir. Çünkü dediğim gibi, bu bir düşünce biçimi. Hatta böyle sanki daha naif…
Peki, insanlarla paylaşma duygusu sizde ne zaman, nasıl gelişti?
10 sene önce. O zamanki sevgilim… (Şimdi de sevgilim aslında; evlenme teklif ettim ama kabul etmiyor. Evlenme teklif ederken yüzüğü aldı. Yüzüğü ver diyorum, onu da vermiyor). Onun ricası, yönlendirmesi, ısrarıyla oldu. Benim bu konuda biraz katı bir görüşüm vardı. İnsanların %98’inin ilgimi çekmemesiyle alakalı. Bir insanın ilgimi çekmesi için, birkaç şeyin bir araya gelmesi gerekiyor: İyi niyetin, becerinin, yeteneğin, merakın, sempatinin, vesaire… Benim ilgimi çeken insanlarda empati çok güçlü. Dolayısıyla, “Şimdi %2’yi mi bulacağım Allah aşkına!” dedim. O da bana dedi ki: “Bir kere oran senin dediğin gibi olmayabilir. Belki de %20’dir ya da %40’tır. Bunu bilmenin tek yolu var. Ayrıca bir kişi bile olsa, senin duyduğun şeyleri görmek, öğrenmek onun da hakkı. Bence denemelisin! İnsanlar gelecektir sana. Benimle tanıştığın gibi.” (Benim eski bir defterimi, bir arkadaşımda wallpaper olarak görmüş.) “Memnun değil misin benimle tanıştığına? (Çok memnunum, ne biçim memnunum hem de!) Benim gibi başka insanlar da olabilir…” dedi. 10 sene önce öylece aklıma girdi.
İlk başlarda bir iki deneme pek iyi gitmedi. Üçüncüde bir galeriyle anlaştık; bir sergi hazırlandı ve harika geçti! Böylelikle sanatçı oldum ben de. İşin enteresan tarafı, 10 senedir de başarılıyım herhalde ki şu anda elimde bir tane bile resmim yok. 160-170 kadar resmimin hepsi satılmış! Fakat işin asıl önemli kısmı; çok insanla tanıştım bu süreçte. Şimdi sizle röportaj yapıyorum, düşünsenize!
ISTAKOZUN BÜYÜME SANCISI
Evet, bu bir vesile aynı zamanda. Kendi dışınıza bir şey çıkardığınızda, onun hakkında konuşmak mümkün hale geliyor…
Yani içimdekilerin çok değerli olduğunu zannetmiyorum aslında. Tamam, ben çok eğleniyorum, çok keyif alıyorum hayattan. Gerçekten bir iç bütünlüğüm de var. Onu görüyorum. Zaten iç bütünlüğü olmayan insanların eserleri hemen belli oluyor. O “unique” taraf çok belirgin olmuyor. Söylediklerine göre, benim eserlerimi tanıyor insanlar. Altında imza falan olmadan da “Mehmet Kuran” diyebiliyorlar. Benim eserlerimde kırık ampuller, kertenkeleler, krikolar, kırık taraklar falan var. Bunları birbiriyle ilişkilendirmek çok kolay değil aslında.
Bir görsel çılgınlık söz konusu! Çizimlerinizde dönüp dönüp uğraştığınız meseleler ya da imgeler var mı? Mesela ıstakoz onlardan bir tanesi gibi.
Ben çizerek not alıyorum. Benim kendi dünyamda dilim çok zengin. Mesela Türkçe kısıtlı olabiliyor bazen. Dediklerine göre Arapça daha zenginmiş; Fransızca’da, İngilizce’de, özellikle Almanca’da çok fazla ifade biçimi var. Merdiveni ele alalım. 6-7 tane farklı türü var: İp merdiven, ahşap merdiven, teleskopik merdiven, vesaire… Benim çizim lisanımda da bu var. Dolayısıyla 10 sene önce yaptığım bir resme geri döndüğümde, üzerinde hiç yazı olmasa da o resmi yaparken neler hissettiğimi saniyesi saniyesine, çizgisi çizgisine hatırlıyorum. Çizgileri yazı gibi kullandığım için, bazı imgeler tabii ki tekrar ediyor. Mesela lobster (ıstakoz) birçok şeyi ifade edebilir: güç, şehvet, dayanıklılık… Bende, beni ifade ediyor. Yani Mehmet Sinan Kuran’ı. Bilmiyorum okudunuz mu? Lobster hayatı boyunca 6-7 kere, yılanların deri değiştirmesi gibi kabuk değiştiriyor. Kabuktan kurtulunca löp et! Dolayısıyla balıklar tırtıklayabiliyor lobster’ı. Onun için geri geri bir kayalığın altına girip, orada güvenli bir ortam yaratıyor kendine. Önüne ne gelirse, ufak tefek artıklarla beslenerek çok zor bir süreç geçiriyor. İki hafta gibi o pozisyonda yaşıyor. Daha gelişmiş ve büyük kabuğu tekrar yavaş yavaş sertleşince mağarasından çıkıyor. Büyümek için acı çekiyor kısacası.
Ben buna çok uygun bir hayat yaşadım. 17 yaşına kadar çok zengin, güçlü bir adamın oğluydum. Ben 17 yaşındayken babam hapse girdi, battı, sonra da öldü. Arkasından annem de öldü ve küçük yaşta tek başıma kaldım. Sonra Perşembe Pazarı’na girdim. Hamallık, taksi şoförlüğü, garsonluk, aklınıza ne geliyorsa yaptım. 70 – 80 Lira’ya evlere temizliğe falan gidiyordum. Zor, fakat çok keyifli bir yaşantım oldu. Bir kere çok sevgiyle büyüdüm. Annem babam beni çok seviyorlardı, dolayısıyla tatmin olmuşum o konuda. Bir de şunun çok erken farkına vardım ki; iyi gün dediğimiz şey, kötü günden sonra geldiği için iyi gün. Yoksa sürekli iyi günler olsa, kötü günler olmasa, memnun olacağımızı zannetmem. Karşıtlıklar aslında yaşamı cazip hale getiren. İnsan uzun süre açlık çektikten sonra yemeğin tadına daha çok varıyor. Sevgisiz kalıp da biriyle beraber olduğunda sevginin tadına varıyor.
“Kullandığınız teknik de çok önemli değil aslında; Marcel Duchamp’ın vaktiyle yaptığı gibi pisuvar ile, veya masada ketçapla ve balığın sosuyla da derdinizi ifade edebilirsiniz. Picasso, “Bütün çocuklar sanatçıdır,” der. “Ta ki büyükler onları tam aksine ikna edene kadar.”
MEHMET SİNAN KURAN: SANATIN RADARINDA
Sıra dışı çizgilerle defterler dolduran kendi halinde biriyken, takip edilen, Christie’s müzayede evinde eseri satılan bir sanatçıya dönüştünüz. Nasıl oldu da sanat piyasasının radarına yakalandınız?
İki sebebi var. Hatta üç. İlk çalıştığım galerinin sahibi Çağla Cabaoğlu, gerçekten işini çok iyi bilen bir insandı. Onunla iki ya da üç sergi yaptık; birçok kereler Contemporary Istanbul’a katıldık. Satış ve bilinirlik açısından çok iyi geçti. Büyük koleksiyonlara girdim. Çizgilerim, sanat piyasasında çok fazla olmayan bir özelliğe sahip: Olumlu, neşeli. Sanat filmlerine baktığınız zaman hep bir anlaşılmazlık vardır, karanlıktır, insanın negatif tarafına dokunarak mesaj verir. Benim hayatımda ise şöyle bir şey vardır: Gelip bana ağlarsanız, çok ilgi gösteremiyorum size. Neşeyle, olumlu biçimde paylaştığınız zaman çok daha etkili oluyor benim için.
15-16 sene oldu sanırım. O zamanlar Tahtakale’nin arka sokaklarından 3 – 5 liraya kot falan alıyordum; artık çalıntı mıdır, yoksa eskici olarak toplayıp mı satıyorlar bilmiyorum. Sokak aralarında altı-yedi tane işportacı vardı. Mallarını naylonlara dizmiş, satıyorlardı. Birden yağmur çiselemeye ve zabıtalar koşmaya başladı. İşportacılar inanılmaz panik oldular, kaçmaya çalıştılar. Malları yerlere yuvarlanıp ıslandı, falan filan… Orada bir tane de 20 yaşlarında genç bir çocuk vardı. Islık çalarak muşamba tezgahını dört bir tarafından çekip bohça yaptı. Sonra gayet sakin bir şekilde bir apartman aralığına gidip tezgahını sakladı. Bir taraftan da ıslıkla şu şarkıyı çalıyordu: “Yağmur yağdı, kaç, kaç, kaç! Şemsiyeni aç, aç, aç!” Millet birbirini yiyor; kavga gürültü… Sigarasını içerek olanları seyretti. Yaz yağmuru geçti, zabıtalar çekildi, sokak boşaldı. İçeri gidip bohçasını aldı. Tekrar tezgahını açıp satışa devam etti, kaldığı yerden… Bu an bana hep enteresan gelmiştir; bir Knut Hamsun, Kafka veya Paul Auster sahnesi gibi. Yani öbür işportacılar gibi kavga gürültü, bağıra çağıra yaşamak da mümkün; gayet keyifli biçimde yaşamak da… Enteresan bir biçimde, öyle yaşadığınız zaman işleriniz daha yolunda gidiyor, biliyor musunuz?
Değer kavramına geri dönelim mi? Sanat piyasasında bir eserin değerini belirleyen nedir? Onu ben çok çözemedim.
İlk galericim o işi çok iyi yapıyordu. İlk sergilerimde eserlerime 10-15 bin lira gibi etiketler koymuştu. Düşünsenize, piyasaya ilk çıkışınızı yapmışsınız. Kağıt üzerine mürekkeple işler yapıyorsunuz; öyle yağlı boya falan da değil. Alışılmış normların dışındasınız. Hala o kadar sene geçmesine rağmen bazı küratörler, sanat eleştirmenleri, galeri sahipleri ve koleksiyonerler beni çok da sanatçı yerine koymazlar. “Tamam, çok deli dolu adamdır” falan derler…
Kağıt üzerine yapılan eserlere desen veya araştırma gözüyle bakılıyor sanırım, değil mi? Pek sanat gibi gelmiyor onlara…
İçlerinde çok ciddi küratörler, eleştirmenler falan da var ama ben bunu toyluklarına veriyorum, çünkü koca bir Uzakdoğu sanatını da hiçe sayıyorsunuz o zaman. Geçmişte Çin’de Japonya’da falan öyle yağlı boyalar falan yok; duygu ifade etme biçimi hep kağıt üzerine mürekkeple. Kullandığınız teknik de çok önemli değil aslında; Marcel Duchamp’ın vaktiyle yaptığı gibi pisuvar ile, veya masada ketçapla ve balığın sosuyla da derdinizi ifade edebilirsiniz. Picasso, “Bütün çocuklar sanatçıdır,” der. “Ta ki büyükler onları tam aksine ikna edene kadar.”
Ernst Gombrich’in Sanatın Öyküsü kitabının başlangıç cümlesinde de dediği gibi: “Aslında sanat diye bir şey yoktur. Sadece sanatçılar vardır.” Çünkü “sanat” diye bir şey var dediğinizde onu tarif etmeniz ve bir kalıba sokmanız gerekiyor. Bugün siz kısıtlı bilginizle sanatı bir kalıba soktunuz diyelim. 50 sene sonra bambaşka bir adam gelir (özellikle Uzak Doğu’dan çok çıkıyor böyle ilginç insanlar!) ve bütün kavramları alt üst eder! Bansky mesela; herkes deli gibi peşinden koşuyor. Şimdi o sanatçı değil, öyle mi? Ona karar vermek size düşmez. Vaktiyle Van Gogh’a da değer vermemişsiniz. Yaşadığı dönemde Tesla’ya veya felsefe adamlarından Nietzsche’ye de değer verilmemiş. Zaman akıyor ve nereye gideceğini henüz bilmiyoruz.
YAŞAMIMIZ OKYANUSTA BİR GEMİ
Biraz da son iki serginizden bahsedelim mi? Introvert sergisinde genç sanatçılarla beraber oluşturulmuş farklı enstalasyonlar ve eserler vardı. Serginin küratörü gibiydiniz…
Küratör gibi değildim de kolektif bir çalışmayı denedim. Nasıl yapmam gerektiğini bilmiyordum ve çok ciddi yanlışlarım, tahammülsüzlüklerim de oldu. Biraz fazla dominant, cafcaflı bir insanım herhalde. Ağzım çok laf yapıyor. Onun sebebi de hayatımın Perşembe Pazarı’nda geçmesi. Naylon faturacılardan torbacılara ve katillere kadar herkesin kahvehanede bir araya gelebildiği bir yer. İpek gömlekler, gabardin pantolonlar, yumurta topuklar falan; panayır gibi bir dünyada büyüdüm ben. Bütün arkadaşlarım Alman Lisesi’nde, Boğaziçi Üniversitesi’nde okurken ben Perşembe Pazarı’nda 11 sene geçirdim; dolayısıyla çok farklı gerçeklerle karşı karşıya kaldım.
Küçük yaşta annemin babamın yokluğu da beni çok zorladı ama zorladığı kadar rahatlattı da. Ciddi bir özgürlüğe de kavuşmuş oldum. 56 yaşındayım. Çocukluk arkadaşlarımla görüşüyorum bazen. Çeşme’de yaşayan bir tanesi, bir gün yüzünde farklı bir ifadeyle çıkageldi. “Ne oldu oğlum” dedim. “Babamla aram çok kötü,” dedi. “Oğlum,” dedim, “Kızın 27 yaşında senin! Yakında torun sahibi olacaksın. Ne babası? Baba mı kalmış artık?” Saçma bir şey bu bence. Akrabalık öyle her tarafı pırıl pırıl, çok nefis bir şey değil. Sevgi kazanılması, emek verilmesi gereken bir şeydir.
Ben biraz özgür ve kendini yetiştirme meraklısı bir insan oldum 45 yaşına kadar. Sartre’a bir röportajında sormuşlar, “Yaşam nedir?” diye. “Bireyin kişisel sınırlarını belirleyip onları geliştirebilmesidir” demiş. Bu yaşam tasvirini ilk duyduğumda büyülenmiştim ve buna uygun yaşamak istedim. Bir tekneyle yaşam yolculuğuna çıkıyorsunuz. Okyanusu geçerek A noktasından B noktasına gideceksiniz. A noktası doğumunuz, B noktası da ölümünüz. Okyanus yolculuğu sizin yaşantınız. Kişisel sınırları belirlemek şu bakımdan önemli: Geminizin mukavemetini bilmeniz gerek. Denizi ve dalgaları tanımanız gerek. Nasıl balık avlayacağınızı, ne kadar uyumanız ve ne kadar su içmeniz gerektiğini bilmeden o yolculuğa çıkarsanız ya çok yıpranırsınız ya da alabora olursunuz. Dolayısıyla kendini tanımak çok önemli.
BENDEN SONRA YAŞAM
Tam tanıyoruz, derken gemi batıyor. Bu haksızlık!
O senaryoya müdahale edemediğimiz için, yapacak bir şey yok. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığımızı varsayıyorum. Son sergim Posthumous’un* konusu Nietzsche’nin** üst insana giden yoldaki yaşam evreleriydi. İnsanın üç evresinden bahsediyor: Deve, aslan ve çocuk. “Deve” evresi bilgi toplamak; “aslan” o bilgileri yaymak ve doğruluğunu kanıtlamak; “çocuk” evresi ise her şeyin boş olduğunun farkına varıp, tüm o tecrübeler ve hazinelerle tekrar çocukluktaki o neşeli, harikulade hâlet-i ruhiyeye dönmek. Posthumous sergisinde ben buna bir ilavede bulundum: “Ölüm”. Serginin en üst katında benim lahitim duruyordu. Bir ormanın ortasındaydı. Ağaçları yapraksız bir kış ormanı. Lahitteki iskeletin göğsünde bir kalp vardı ve siz yanına yaklaştığınızda yanıp sönmeye; hatta yaklaştıkça daha da hızlı yanıp sönmeye başlıyordu. Etrafındaki bitkiler oynuyordu. Bana göre ölümden sonra yaşam bitmiyor, fakat farklı bir formda devam ediyor. Dolayısıyla, yaşam yolculuğunda edindiğimiz bilgileri ölmeden önce paylaşmak önemli.
Bence insanlar arasında tek bir ayrım var: İyi insanlar ve iyi olmayı beceremeyen insanlar. Kendimizi iyi insanlar arasında sokabiliyorsak, diğer insanları da buna cesaretlendirebilmeliyiz. Şu anda yaşama sebebim iki tane: Bir tanesi genç sanatçıları desteklemek; bir tanesi de çocuklarla kolektif duvar resimleri yapmak. Onlara saçmalamanın ne kadar önemli bir şey olduğunu hatırlatmak; daha doğrusu unutmamalarını sağlamak. Büyük koleksiyonlarda yer almak, Londra’da Tate Modern‘da veya New York’ta MOMA’da falan sergi açmak; ölümsüz olmak, tek olmak, büyük olmak hiçbir şekilde ilgilendirmiyor beni. Gerektiği kadar kafa yoran, çaba harcayan herkes bunu yapabilir. Şu anda beni ilgilendiren tek şey, kolektif bilinci yaymaya çalışmak. Çünkü gerçekten çok net olarak söylüyorum ki dünya kötüye gidiyor! Bazı insanlar bunu daha rahat görüyor. Bazıları görmezlikten geliyor. Bazılarına göre ise her şey gayet yolunda; fakat dünya kötüye gidiyor. Yağmur ormanları tükeniyor. Son Avustralya orman yangınlarında üç buçuk milyar canlı ölmüş.
Okyanuslarda, 5 – 10 metrelik aslan gibi köpek balıklarını yakalayıp testereyle yüzgeçlerini kesip tekrar okyanusa atmak; bu, gerçekten cezalandırılması gereken bir şey! Uzakdoğu’da bir çorbanın 22 tane malzemesinden bir tanesi de o kıkırdak olacak diye! Anlayamıyorum. Fokların kafasına demirle vurmalar, gergedanların boynuzları, fillerin dişleri… Yani bunun bir faturası olmalı değil mi? Dünyayı gerçek anlamda tüketiyoruz. Dünya üzerindeki yaşam daha önceleri de reset’lenip yeniden başlamış. Dünyaya fazla zarar vermiş olmayacağız aslında. Fakat yaşam baş aşağı çakılmaya doğru giden bir uçaksa, hepimiz içindeyiz. Artık uyanmamız gerekiyor. Sadece birbirimize tahammül etmemiz değil; birlikte üretmemiz, mutlu olmamız gerekiyor.
Sizin için şimdi sırada ne var?
Bir buçuk sene sonra, ismini söyleyemeyeceğim bir sergim daha var. Introvert, Posthumous ve bu sonuncusu, bir üçleme olacak. Ondan sonra ne yapacağım, ben de pek bilmiyorum. Bu sergiler gerçekten büyük prodüksiyonlar ve oldukça yıpratıcı. Artık birazcık durulsun. Defterleri doldurmaya devam ederim herhalde. Ama benim esas projem o zaten! Yukarıda bana “Sen ne yaptın?” diye sorduklarında, “Defterler doldurdum,” diyeceğim. “Sadece o mu?” diyecekler. “Evet,” diyeceğim. “Ben defter ressamıyım. Gördüğüm her şeyi kayda aldım. Beni eğlendirdi, ayakta ve dinç tuttu, keyif verdi, geliştirdi.” “Kaç tane defterin var?” diye soracaklar. “57 tane! Alın, buyrun.” diyeceğim.
Meleklerin kaydetmesine gerek yok; ben kaydettim mi diyeceksiniz?
Meleklere yardımcı oldum işte. Dökümandır neticede…
Mehmet Sinan Kuran işlerini takip etmek için: www.mehmetsinankuran.com, @mehmetsinankuran, @mehmetsinankuranart
Sanatçının son sergisinden işler ve onun desenlerini taşıyan objeler satın almak için: Anna Laudel Istanbul
* Posthumous: Kişinin ölümünden sonra gerçekleşen.
** Nietzche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” eserinden.