Barkın Özdemir: Yedi Kıtaya Ayak Basan En Genç Türk
Yirmi günlük bir Antarktika gemi seyahati sonrasında yedi kıtaya adım atan en genç Türk ünvanını alan Barkın Özdemir, iflah olmaz bir dünya gezgini olarak özellikle gençleri -ama aslında herkesi- hayatlarının kontrolünü ele almaya çağırıyor.
“St. Petersburg’dan trenle Moskova’ya, oradan Trans Sibirya Ekspresi’ne atlayıp Pasifik kıyısına ulaşmayı, sonra da feribotla Japonya’ya gitmeyi istiyorum. Okinawa Adası’nda ve Hawai’de sörf yapmayı istiyorum.”
Antarktika’ya adım attığında kaç yaşındaydın?
22 yaşındaydım; bundan üç sene önce.
Öncesinde altı kıtayı gezmen nasıl oldu? Bu işler sadece parayla pulla olmuyor sanki. Başka bir düşünme ve var olma şekline geçmen gerekiyor…
Olayların bu noktaya geleceğini ben bile tahmin edemiyordum. Birkaç kere Avrupa’ya, birkaç kere de Amerika’ya giderim diyordum ama gezilerimin sınırlı olacağına inanıyordum. Öyle değilmiş… Aslında olaylar üniversiteye girdiğimde değişti, çünkü dizginleri ben ele almaya başladım ve hayatımın ortasına seyahati koydum. Seyahat etmek için yaşıyordum aslında. Telefon, kıyafet vs. alacağım veya dışarıda bir şey içeceğim zaman, “Bunu yapmazsam şu kadar para biriktiririm, şu seyahate giderim,” diye düşünüyordum. Üniversitede KYK diye bir kredi sistemi var devletin. Kredilerimi alıyordum, aynı zamanda da üniversitede çalışıyordum. Ay başlarında bir tanesine hiç dokunmayıp direkt anneme veriyordum; o da Euro’ya çeviriyordu. Sekiz ay para biriktirdikten sonra, okul yaz tatiline girdiğinde Interrail’e çıktım.
Ailen hangi noktada, “Bu çocuk biraz da yerinde mi otursa artık” demeye başladı?
Okula bir sene ara verme kararını aldığım zaman -ki ailem konusunda şanslıyımdır. Beni her zaman destekleyen, seyahat etmemi coşkuyla karşılayan bir ailem varken o anda “Sen ne yapıyorsun? Okulunu bitirdikten sonra istediğin gibi gezersin.” demişlerdi. Baktığın zaman emekli asker bir babanın ve hayatını çocuğuna adamış bir annenin oğluyum. En zor ikna edilen insan tipleri… Tek çocuk olmak daha da zor. Daha sonra Güney Amerika’ya gittiğimde de babam bana her gün suç endeksi raporlarını atıyordu!
Peki günde kaç para ile gezdin?
Aslında çok değişiyor ama mesela Güney Amerika’da bütçem 10-15$ arasıydı. O zamanlar bu 30-35 TL’ye denk geliyordu. Çok katı bir bütçe kuralım vardı gerçekten. Öğle yemeğinde doymadım diyelim; ikinci tabağa hayır diyordum. Ciddi zayıflamıştım. Ayın 25’i-26’sından sonra çok zorlanıyordum. Amerika’da yaşarken 25 cent’in ne kadar değerli olduğunu anlamıştım. Onları biriktiriyordum. Ay sonunda topladığımda 30$ ediyordu ve bayağı işime yarıyordu.
HAYAL ORTAKLARINA ULAŞMAK
Gelelim Antarktika yolculuğuna… Kitle fonlaması ile topladığın parayla yola çıktın. Anladığım kadarıyla seni destekleyenler kadar köstekleyenler de olmuş bu süreçte. Hatta çok güldüm; birisi sırf dalga geçmek için aynı platformda paralel bir proje sayfası açmış. “2000 Gucci kazak alacak en genç Türk olmak istiyorum” diye! Neydi bu Antarktika seyahati? Sadece şahsi bir heves veya hırs mıydı?
Biraz benim çocukluğumun başlangıcına denk geliyor. Okuma yazmayı ilk öğrendiğim zaman, öğretmen olan halam bana kırmızı kapaklı bir dünya atlası hediye etmişti. O benim her zaman en sevdiğim kitap olmuştur. Gece yatmadan önce açar hayallere dalardım; oradaki ülkeleri ve bayraklarını tek tek ezberlerdim. O zamanlar arkeolog veya kaşif olmak istiyordum. Dünya haritasına baktımda ise en keşfedilmemiş yer Antarktika’ydı. En son Güney Amerika seyahatimin sonlarında, Brezilya civarlarındayken kendime dönüp baktım ve “Oğlum sen mucizevi bir şekilde 6 kıtayı gezdin; bir tık sonrası neden olmasın?” dedim. Bu kararı vermek kolay değildi çünkü günde 10$ harcıyorsun ama Antarktika turları ortalama 10,000$. “Türkiye’de çok yapılmamış bir şeyi, kitlesel fonlamayı denemek istiyorum,” dedim. “Ne kaybederim ki? En kötü, Barkın başaramadın, der geçerim.” Hayatımın en ilginç süreçlerinden biriydi gerçekten. Bir tarafta seni tanımadığı halde acayip destekleyen insanlar; diğer tarafta tanıdıkların arasında “Abi, dilenci misin? Ne yapıyorsun?” diyenler. Aslında oradaki para çok önemli değil; insanlar bir hayale ortak oluyor. 20 lira da verebilirlerdi; 5.000 lira da. Amaç daha fazla kişinin kalbine dokunmaktı. Bir kişiden 20.000 TL almak yerine, 20.000 kişiden 1 TL almaktı. 60 günlük bir süremiz vardı. Biz bütün parayı 21 günde topladık.
Peki senin hayaline ortak olanlar bundan ne fayda gördüler? Sadece Barkın’ı mutlu etmek ya da bir gencin hayalini gerçekleştirmesini sağlamak mıydı amaç? Bunun ötesinde bir şey olsa gerek.
Kesinlikle! Aslında kitle fonlamasının odağı bireysel gibi gözükse de sen bu hayali gerçekleştirdikten sonra topluma nasıl bir katkıda bulunacağının cevabını da verebilmen gerek. Ben açıklamamda üç tane sebep yazmıştım. İlk olarak, dünyanın en ekstrem destinasyonuna gidip Türk gençliğine bir mesaj vermek istiyordum. “Seyahat etmek lüks değil; kendi fırsatınızı yaratarak da seyahat edebilirsiniz,” mesajını herkese ulaştırmaktı amacım. İkincisi, küresel ısınma ciddi bir sorun ve buna karşı ciddi bir mesaj vermek istiyordum. Üçüncüsü ise eğer gidersem bütün kıtalara ayak basmış en genç Türk ünvanını alacaktım. İlk ikisi topluma katkıda bulunabilecek amaçlardı. Şu anda hala Diyarbakır’dan İzmir’e Türkiye’nin -hatta dünyanın- çok farklı noktalarında gençlere ilham olmak için konuşmalar yapıyorum. Onları kendi keşiflerini gerçekleştirmeleri için cesaretlendirmeye çalışıyorum. Pandemiden önce Instagram’dan çok sayıda mesaj alıyordum: “Sonunda ailemi Erasmus programına katılmaya ikna ettim. Sonunda senden cesaret alıp pasaport çıkarttım, şu an Sırbistan yolundayım,” gibi… O kadar güzel bir şey ki!
ANTARKTİKA HERKESİN, ANTARKTİKA HİÇ KİMSENİN
Antarktika’ya 20 günlük bir gemi seyahatiyle gittin. Bu sırada tuttuğun günceyi, kıtaya dair ilginç bilgilerle harmanladığın bir de kitap çıkardın. Antarktika Herkesin, Antarktika Hiç Kimsenin başlığıyla ne demek istedin?
Çok acayip, çünkü üç sene önce ben giderken Antarktika hakkında Türkçe kaynak neredeyse hiç yoktu. Nasuh Mahruki’nin birkaç sayfalık bir yazısı vardı sadece. Son üç yıldır TÜBİTAK araştırma için her sene Antarktika’ya gitmeye başladığından beri kaynak sayısı biraz daha arttı. İnsanlar hep Antarktika’nın bir kısmı İngiltere’nin, Şili’nin veya Arjantin’in sanırlar. Aslında öyle bir şey yok. II Dünya Savaşı sonrasında, Soğuk Savaş döneminde Antarktika’yı kim ele geçirecek diye Amerika ile Rusya arasında çok ciddi kızışma olmuş. Hatta Antarktika’nın bir kısmındaki adalara mayınlar döşenmiş. O sırada çok beklenmedik bir şey olmuş ve savaş tehdidine karşı ülkeler birleşip 1 Aralık 1959’da bir anlaşma imzalamışlar. Hatta o gün, “Antarktika Günü” olarak kutlanıyor. Antarktika kimsenin değildir; sadece bilimsel araştırmalar ve turistik geziler için dünyaya açıktır, kararına varmışlar.
Antarktika’ya nasıl gidilir?
Genelde Arjantin’deki Ushuaia’dan kalkan gemilerle gidiliyor. Üç okyanusun birleştiği noktada olduğu için dünyanın en dalgalı denizlerinden biri olan Drake Boğazı’nı geçtikten sonra Antarktika’ya ulaşıyorsunuz. Boğaz geçişi ortalama üç gün sürüyor.
Sen 20 günlük bir gemi turuyla gittin. Gemideki ortam nasıldı? Lüks cruise gemilerine benzer bir tarafı yoktu herhalde…
Bazı şeyler kısmi olarak vardı; bazı şeyler yoktu. Bizimki aslında eski bir Rus bilimsel araştırma gemisiydi. Dışarıdan baktığın zaman da bir bilim gemisi olduğu çok belliydi. Ushuaia’dan kalkıp South Georgia Adası’na gittik; oradan da Antarktika’ya geçtik. Gemide fiziksel olarak çok lüks şeyler yoktu ama ilginç bir şekilde her öğünde üç menü çıkıyordu. Trajikomik gelse de ördek eti yediğimiz de oldu; barbekü partisi verdiğimiz de (geminin içinde tabii, dışarıda asla!). Barda her zaman envai çeşit içki vardı. Onun dışında ben ranzada kaldım. Bütçenize göre çok daha lüks odalar da vardı tabii.
ANTARKTİKA’DAN SAMANYOLUNA BAKMAK
Kitapta çok hoşuma giden bir laf var: “Gezdikçe sürprizlere alışırım sanıyorsun, ama alışamıyorsun.” Bu seyahatte en çok nelere şaşırdın?
Çok şeye… Tabii ki benim için unutulması en zor günlerden bir tanesi, South Georgia’da dünyanın en büyük ikinci penguen kolonisini ziyaretimizdi. 250.000 penguen bir aradaydı! Gözlerimden yaş gelmişti. Onun dışında Samanyolu inanılmazdı. Yıldız gözlemi için Antarktika en iyi yer. Dünyanın gökyüzü açısından en temiz yeri, çünkü hiçbir şekilde ışık yok. Samanyolu’na inanamamıştım. “Gerçekten uzaydayız!” demiştim.
Orada uzayın görmediğin bir kısmını mı görüyorsun? Hani bazı gök cisimleri sadece Güney Yarımküre’den görünür derler. O yüzden Şili’de, Atacama Çölü civarlarında Avrupa Güney Gözlemevi ESO’nun dev teleskopları kurulu mesela...
Ondan emin değilim ama Güney Yarımküre’de karalardan çok denizler olduğu için yerleşim az; dolayısıyla ışık kirliliği de daha az. Atacama Çölü de dağlarla çevrili izole bir yer. O yüzden bana mantıklı geldi.
Yolculuk boyunca 20 gün kadar WiFi erişimin sınırlıydı. Sosyal medyayı çok aktif kullanan bir Instagram içerik üreticisi olarak, zorunlu bir sosyal medya detoksu yaşamak nasıldı?
Bu sosyal medya detoksu olmasaydı, kitap da çıkmazdı gerçekten. Zaman çok ilginç bir kavram. Oradaki üç hafta üç aymış gibi geldi. Sevdiklerin, önem verdiğin insanlar ne durumda bilmiyorsun. Dünyada, Türkiye’de her saniye yeni bir şey olabilir ve sen dünyadan kopuksun!
Şimdi pandemi döneminden geçiyoruz. Yaşam enerjisini büyük ölçüde seyahatlerinden alan biri olarak, sence pandemiden sonra hayatın nasıl bir yöne girecek? Kaldığın yerden devam mı? Yoksa bir süre “evinin erkeği” mi olacaksın?
Sanırım hiçbir zaman evimin erkeği olmayacağım. Bu arada ben çok dışa dönük bir insanken, pandeminin beni biraz içe dönük ve evcimen yaptığı doğru. Hayatımda hiç bu kadar evde vakit geçirmedim. İlginç bir tecrübeydi benim için. Tabii ki gayrimenkul, seyahat, sağlık sektörlerinde çok fazla şey değişecek ama insan bünyesi sarılmaya, dokunmaya, eğlenmeye muhtaç ve bunu yapacağız. O yüzden bazı şeyler değişse de bazı şeylerin hiçbir zaman değişmeyeceğine inanıyorum. Aksine, insanlar eğlenmenin de bir ihtiyaç olduğunu fark ettiler. Eskiden daha stabil hayatı olanlar bile, “Hayat neymiş ya? Gezmem, keşfetmem lazım,” diye düşüncelere kapılacak gibi geliyor bana.
Bu kadar çok gezmek ve ilişkiler bir arada yürüyor mu? Son yıllarda, biraz eski zaman gemicileri gibi hiçbir yerde durmadığını düşünürsek…
Kitapta da bundan biraz bahsediyorum. İstanbul’da ailemle ve arkadaşlarımla çok yakınken bir anda onları bırakıp Amerika’ya gittim. Orada birkaç ay geçirdikten sonra, tam arkadaşlarımla birbirimizi anlamaya başlamışken, “Ben Güney Amerika’ya gidiyorum,” dedim. İnsanlara bağlanıyorsun, sonra “Bye bye!” diyorsun. Peru’da bir hostelde iki ay kaldım; tam birbirimizi tanıyacakken “Bye bye!” dedim. Şili’ye geçtim; orada dört ay kaldım. Tam alışırken, yine “Bye bye!” dedim. Hayat ağlamak zırlamak ve “çok özledim” diye şikayet etmekle geçmiyor. Bir şekilde bağımsızlaşıyorsun. Birazcık taş kalpli bir insana dönüşüyorsun aslında ama özlemini dışa yansıtmak yerine, kendi içinde yaşıyorsun. Bazen de gerçek dostlarını fark ediyorsun. Dünyanın neresinde, hangi saat diliminde olursan ol iletişimi sürdürebiliyorsan, onlar senin gerçek dostundur.
Haklısın… Benim de son birkaç sene bayağı gezmeli tozmalı geçti. Dostlarım global bir kabile gibi dört yana dağılmış durumda şimdi. Avustralya’da bir tane var, Bulgaristan’da var, Fransa’da, Uruguay’da var. Vatanının dışında bir süre yaşamak, insanı dünyalılaştırıyor.
Kesinlikle katılıyorum!
7 ADIMDA DÜNYA TURU
Şöyle hızlıca bir yedi kıtaya dönüp bakmanı istesem; her birinden unutamadığın tecrübeler hangileri?
Zor soru. Ok. Afrika’dan başlıyorum! Cape Town’da 30 metrelik kayalıklardan okyanusa doğru GoPro ile bir film çekiyorduk. Sonra benim GoPro’m suya düştü. Normalde suyun yüzüne çıkması gerekirken kabı parçalandığı için okyanusun dibini boyladı. Anneannemden borç almıştım; daha ilk taksidini ödüyordum. O günden beri de GoPro’m yok zaten. Okyanusta bir saat boyunca aradık. “Tamam,” dedim, “Gitti artık!” O sırada mükemmel bir günbatımı vardı karşımızda ve 100 kadar yunustan oluşan bir sürü tam ortamızdan geçti. Bir metre ötemizde yunuslar zıplıyordu ve hayatımın kesinlikle en özel anlarından bir tanesiydi. Bir şey kaybetmiş ama bir şey kazanmıştım. “Evren bana bir mesaj vermeye çalışıyor,” demiştim.
Asya’da sanırım Japonya diyeceğim. Orada sadece 72 saat bulundum, ama her saati çok acayip geçmişti. Sanki Mars’ta gibiydim. Günde 35 kilometre kadar yürüyordum. Avustralya’da Great Ocean Road’da binlerce yıldızın altında kamp yapmaya karar vermiştik; mükemmel bir tecrübeydi. Yine o sahillerde balina turuna gitmiştim ve balinaların etrafımızda yavrularıyla beraber zıpladığını görmek çok özeldi benim için. Avrupa’da, Budapeşte’de evsiz kalıp bankta uyuduğum aklıma geldi! Murano’da da İtalyan bir ailenin yanında kalmıştık ve anne bize el yapımı makarna yapmıştı.
Amerika’da Arizona Eyaleti’ndeki Sedona’da, Antilop Kanyonu spiritüel bir tecrübe yaşatmıştı. Güney Amerika’dan ise çok fazla yer var. Brezilya’nın tamamı kesinlikle inanılmazdı. Peru’da, Sacred Valley’de (Kutsal Vadi) camdan yapılmış bir otelde kaldım. Dağ yamacına asılı camdan bir kapsülün içinde kalıyorsunuz ve odanıza check-in yapmak için bayağı kaya tırmanışı yapıyorsunuz. Antarktika zaten kendiliğinden acayip bir yer. Orayı kıta kategorisine bile almıyorum çünkü sanki dünyaya ait bir yer değil.
Ölmeden önce yapılması gerekenler listende ne kaldı peki?
Daha çok var ya… Dünyayı gezdikçe daha büyük olduğunu fark ediyorsun. Mesela Güney Amerika öyle bir yer ki üç kere gittim ama her seferinde, bir dahaki gelişimde de şurayı gezerim, diye planlıyorum. Keşfettikçe daha fazla şey keşfetmek istiyorsun.
Pandemi biter bitmez nereye gitmek istersin?
Çok klişe olacak belki ama hala İzlanda’ya gitmedim. Asıl merak ettiğim yer ise Moğolistan. Normalde Rusya’ya karşı çok ilgili değildim ama pandemi döneminde çarlık Rusya’sıyla alakalı çok fazla kitap okudum, belgesel seyrettim. St. Petersburg’dan trenle Moskova’ya, oradan Trans Sibirya Ekspresi’ne atlayıp Pasifik kıyısına ulaşmayı, sonra da feribotla Japonya’ya gitmeyi istiyorum. Okinawa Adası’nda ve Hawai’de sörf yapmayı istiyorum. Amazonlar’ın da ucuna kadar gidip tam içine girmedim. Birkaç hafta ya da bir ay kadar Amazonlar’da internetsiz, iletişimsiz bir seyahat yapmayı da çok isterim. Listem böylece uzayıp gidiyor.
GALATA FAVORİLERİ
İstanbul’a dönersek; Galata’nın yeni muhtar adayı olabilecek bir noktada, Galata Kulesi’nin hemen dibindeki şahane bir apartmanda yaşıyorsun. Galata’da yaşamak nasıl ve şu an için mekanlara giremesek de mahallede sevdiğin köşeler hangileri?
Taşınalı yaklaşık bir sene olacak ama hemen sonrasında pandemi süreci başladığı için ben aslında Galata’yı gerçek yüzüyle henüz çok keşfedemedim. Yine de Galata’dan çok mutluyum. Burada gerçekten İstanbul’un kalbinde yaşadığını görüyorsun. Galatalılar’ın, Doğan Apartmanı sakinlerinin falan takıldığı birkaç kafe var. Mavra onlardan biri ve her zaman çok tatlı bir yer. Aynı şekilde mezeleri ve taze zeytinyağlıları ile Galata Kitchen’ı çok severim. Her ne kadar turistik olsa da Güney’i çok severim. Hafif esnaf lokantası tarzında, güzel servisi olan, samimiyetini kaybetmemiş bir yer.
O masalarda bir araya geleceğimiz günler yakındır diyorum, o zaman!
Kesinlikle, gerçekten dört gözle bekliyorum. Umarım gezeceğimiz zamanlar tekrar gelecek!
Barkın Özdemir’i Instagram’da takip etmek için: @barkinozdemir