CHARLES MICHEL: Dünyayı Yiyerek Değiştirin!
Ne yediğimizi ve yiyeceklerimizin nereden geldiğini nadiren düşünsek de bizi insan yapan asıl şey pişirmek! Fransız-Kolombiyalı aşçı, bilim adamı ve sanatçı Charles Michel, duyularımızın keşfedilmemiş bölgelerinde geziniyor ve yemek yiyerek dünyayı değiştirmeye bizi davet ediyor!
“Bir ürün satın aldığınızda, aslında gıdanın nasıl yetiştirileceğine ve doğal kaynakların nasıl kullanılacağına da ‘oy veriyorsunuz’. ‘Yemek politik bir eylemdir’ dediğimde aslında ‘yediğin gıdayı seçmek politik bir eylemdir’ demek istiyorum.”
Okulda ne okudun? Bazen, bir aşçıdan çok “çılgın mucit” gibi görünüyorsun gözüme -bunu söylediğim için kusura bakma!
Yo, bence harika! “Çılgın mucit”i tercih ederim. Açıkçası üniversite derecesi anlamında geleneksel bir öğrenim görmedim. Mutfak sanatları diploması almak üzere Institut Paul Bocuse’da 2 dönem (artı uygulama eğitimi) okudum. Her zaman meraklı biriydim; olduğum ve olmak istediğim kişiyle rezonansa girebilen her konunun derinine inmeye çalıştım. Bu yolculuk beni restoranlarda yemek yapmaya götürdü. Sonra okullarda ders vermeye başladım ve öğretmenlik yaparak nasıl eğitimci olabileceğini öğrendim.
Akabinde sanatçılarla çalışmaya ve etkinlikler üretmeye başladım. Oxford Üniversitesi’nin Deneysel Psikoloji Bölümü’nün Crossmodal Araştırma Laboratuvarı’nda araştırma yapmaya davet edildiğimde sanat ve yemek tutkumu birleştirebildim. Bir nevi, okumadan okudum diyebilirim. Lisans diplomam olmadığı için doktoraya kabul alamazdım. Yine de mentörüm profesör Charles Spence ile araştırma yapma şansı buldum. Akademik dergilerde yaklaşık 15 makalem yayınlandı; yani alaylı bilim adamı oldum. Yalnız deneysel psikolojiye değil, başka akademik araştırma alanlarına da ilgi duydum. Gıda, sanat ve bilim üzerine düşünmek; türümüzün geleceği ve gıdanın bu konudaki rolüne dair epey zihnimi açtı.
SADECE 5 DEĞİL, 33 DUYUMUZ VAR!
Gıdanın psikolojik ve bilişsel tarafı, keşfedilmemiş bir alan gerçekten! Lezzet duyumuzu artırmak için mutfak gereçleri tasarlama tecrübenden biraz bahsedebilir miyiz? İşe yaradı mı?
Bu konuda tasarım, araştırma ve düşünüş anlamında çok büyük bir boşluk görüyorum. Geçen yüzyılda büyük ölçüde endüstri, pazar ve tüketim güçlerinin şekillendirdiği, bedenlerimize yabancı bir dünyada yaşıyoruz. Aristoteles’ten beri beş duyumuz olduğunu düşünüyoruz. Gerçekte 33 duyuya sahip olabiliriz!
Nasıl yani?
Son araştırmalar bunu gösteriyor. Sadece beş duyumuz olduğunu varsaysak bile, her gün gerçekten kaçını kullanıyoruz ve kaçına odaklanıyoruz? Tasarımlarımızı dokunma, koklama ve tat alma duyularımızı daha da geliştirecek şekilde yapabiliyor muyuz? Bunlar uzun süre daha değersiz, hayvani duyular olarak; işitme ve görme ise daha yüksek duyular olarak kabul edilmiş. Doğamızdan kopukluğumuzun nedenlerinden biri de bu. Halbuki tüm duyularımızı harekete geçirmeliyiz; sadece daha iyi yaşam felsefeleri geliştirmek için değil, aynı zamanda hayatımızı şekillendirecek daha iyi ürünler ortaya koyabilmek için.
Kaşıklar üzerine doktora dereceli bir tasarımcı olan Andres Fabian’la tanıştığımda, beni laboratuvarına götürdü ve yiyeceklerle etkileşimde nasıl yeni araçlar geliştirebileceğimizi tartışmaya başladık. Hemen kafa kafaya verip taslaklar çizdik ve iki yıl boyunca Londra’daki Science Museum’da sergilenen 10 parçalık bir mutfak aletleri seti için prototipler geliştirdik. Tamamen inovatif bir yaklaşım geliştirdik ve tasarım vasıtasıyla yemeklerle aramızda yeni bir köprü kurmayı başardık. “Goûte” adlı, elle yeme hissini vermesi için tasarladığımız bir kaşık vardı. Bunun bazı ön testlerini yaptığımızda, insanların Goûte kullandıklarında yemekleri daha leziz bulduğunu, dolayısıyla daha çok keyif aldığını gördük.
Bunu ticari bir girişim haline de getirebileceğimizi düşünmüştük. Ne yazık ki, bir CEO veya işin girişimcilik tarafını üstlenecek birini bulamadık. Böylece, proje birkaç yıl askıda kaldı. Şimdi başka bir arkadaşımızla yeniden canlandırıyoruz ve muhtemelen bu yıl crowdfunding ile yeniden lanse edeceğiz.
YEMEK POLİTİK BİR EYLEMDİR
Sadece bu tarz deneysel tecrübeler değil, sosyal bazı etkinlikler de düzenledin, değil mi? Ne tür buluşmalardı bunlar? Topluluk senin için neden önemli?
Mutluluk ilişkilerimizin kalitesi ile ilgilidir. Çağımızın üç hastalığı insanın kendinden, başkalarından ve doğadan kopukluğudur. Nihai tamamlanma, tabiatla dengede yaşamakla mümkün olur. Bunu nasıl yaparız? Önce kendimizle yeniden bağ kurarak! Çalışmamın önemli bir kısmı, mutfak gereçleri tasarımı gibi, buna adanmış vaziyette. İkincisi, başkalarıyla bağ kurarak. Topluluk hayatımda çok önemli bir rol oynadı. 2014’te genç değişim öncülerinden oluşan heyecan verici bir topluluğunun parçası olma daveti aldığım için şanslıydım. Ben de topluluğun değişim öncülerinden biri oldum. Kenya, Hırvatistan, Panama, Kolombiya’da buluşmalar yaptık. Katılımcıların profesyonel gelişimine katkıda bulunacak beş günlük bu dönüşümsel yolculuklar için genelde 300 kişi bir araya geliyorduk.
Yemek yemek neden politik bir eylem? Yemek yeme biçimimiz gezegenimizin büyük sorunlarına nasıl çözüm getirebilir?
“Politika”nın ne demek olduğuna bakalım. Kelimenin kökeni Yunanca’da “şehir” anlamına gelen “polis” ile ilintili. Politika, şehri nasıl organize ettiğimizdir. Yemek yemek ise her gün bazı seçimler yapmamızı gerektirir. Bir ürün satın aldığınızda, aslında gıdanın nasıl yetiştirileceğine ve doğal kaynakların nasıl kullanılacağına da “oy veriyorsunuz”. “Yemek politik bir eylemdir” dediğimde aslında “yediğin gıdayı seçmek politik bir eylemdir” demek istiyorum.
Küresel karbon emisyonlarının önemli bir bölümü, mevcut gıda üretim sistemimizden kaynaklanıyor; üstelik ürettiğimiz gıdaların yaklaşık üçte biri her yıl çöp oluyor. Yiyeceklerimizin nereden geldiği ve yaptığımız seçimlerin sonuçları üzerine düşünmeden yiyoruz ve halk sağlığı sorunlarının çoğu da bu “düşüncesiz yemek yeme” şeklimizle doğrudan ilgili. Bilinçli yiyiciler olursak, aslında bu “oyları” gezegeni canlandırmak ve gıda sisteminde daha iyi uygulamaları seçmek için kullanabiliriz. Yemek yemek, her gün doğayla kurduğumuz en yakın bağ. “Gıda aktivizmi”ne odakladım, çünkü gıda günümüzün en önemli sorunlarından biri.
LATİN AMERİKA’YA UZANAN KÖKLER
Babanla özel bir ilişkiniz var. Online eğitim videolarınızda onu zaman zaman destekleyici bir partner veya yol arkadaşı olarak görüyoruz. Bir arıcı olarak babandan öğreneceğimiz neler var?
Bu konuda bir saat durmadan konuşabilirim! Babam benim için büyük ilham kaynağı oldu, çünkü bildim bileli doğaya yakın oldu ve bunu için de kimseye hesap vermedi. Aslında genelde babam hakkında konuşuyorum, ama bana adalet duygusunu aşılayan annemin üzerimdeki etkisi de eşit derecede önemli. Çok farklı karakterler olmalarına rağmen, birbirlerini güzel tamamlamışlar. Babam sayesinde en büyük korku ve travmalarımla yüzleşmeyi öğrendim, çünkü iyi yanlarımız kadar karanlık taraflarımızı da ailemizden miras alıyoruz.
Bence babamdan öğrendiğim en önemli şey, en az sevdiğim yanlarımla yüzleşmek oldu! Son zamanlarda Instagram’da beraber yaptığımız çalışma inanılmaz ve ilişkimizi de iyileştirmemize yardımcı oluyor. Birçok insan onu gerçekten seviyor. Baba bir arıcı ve bu inanılmaz bir zanaat. On yılı aşkın bir süredir arılarla çalışıyoruz. Ağır iş, ama bu inanılmaz hayvanlara çok şey borçluyuz. Çiçeklerden bize şifa ve enerji taşıyorlar: Protein bakımından zengin polenler, antiviral özellikli propolis, süper-gıda arı sütü (kraliyet jölesi), bağırsaklarımız için birebir olan lakto fermente polen (veya arı ekmeği) ve balmumu. Bence hiçbir şehir veya insan yerleşimi, kovansız yaşamamalı. Arılarla olan simbiyotik ilişkimiz, yaşamın serpilmesinin en iyi örneklerinden biri.
Baba tarafından yarı Fransız, anne tarafında yarı Kolombiyalısın… Latin Amerika köklerin seni nasıl besliyor?
Çok derinden… Doğru kelimeyi kullandın: “kökler”. Büyükbabam Kolombiya yerlisiydi. Soyumun dörtte biri Amerikan yerlisi. Bu, özellikle büyüdükten ve nereden geldiğimi anladıktan sonra çok şey ifade etti. Özellikle doğa hakları, aynı zamanda insan hakları söz konusu olduğunda adaletsizliğe karşı her zaman çok hassas oldum. Latin Amerika’nın sömürgeleştirilme sürecinin soykırımdan aşağı kalır yanı yoktu. Büyükbabamın kültüründen geriye pek bir şey kalmadı. Hepsi kayboldu. Katoliklik ve İspanyol Engizisyonu tarafından dönüştürüldü -bir şekilde çalındı ve katledildi. Biyo-çeşitlilik ve kültürel çeşitlilik açısından inanılmaz derecede zengin bir kıta olduğunu düşündüğüm için Latin Amerika ile çok derin bir bağım var. Günümüz dünyasında ilaçların çoğu Amazon ormanlarından geliyor. Tabii ki yerli kültürler hala tehdit altında. İnsanlık olarak, çoğumuzun aksine doğa ile her zaman dengede yaşayan bu halkların kadim bilgeliğini korumalıyız.
EGO-SİSTEMDEN EKO-SİSTEME GEÇİŞ
Hayattaki “doğal müttefiklerin” (sana ilham ve güç veren kişiler) kimler?
Bir ailenin içine doğarsınız, fakat aslında ailenizi kendiniz de seçebilirsiniz. İnsan olmanın ve iyi bir yaşam sürmenin en önemli yanlarından biri, kendi “kabilenizi” yaratmak, yani seçilmiş ailenize kavuşmaktır. Bence bu, Doğu felsefelerinden gelen “Sangha” kavramıyla yakından ilgili. Sangha sizin ruhsal topluluğunuz ya da derinden bağlı olduğunuz insanlardır. Yaşamdaki misyonlarıyla uyum sağladığınız kişiler. Yani, birlikte bir köy kuracağınız insanlar!
Ailem dediğim inanılmaz bir insan grubuna sahip olduğum için çok şanslıyım. Tüm dünyaya yayılmış durumdalar: Hepsi de gerçekten inanılmaz işler yapıyor. Aralarında film yapımcıları, aktivistler, sistem düşünürleri, politikacılar ve sanatçılar var. Benim için sürekli bir ilham kaynağı olduklarını ve daha iyi olmak için birbirimizi zorladığımızı söyleyebilirim.
Senin deyiminle “ego-sistemlerinden” “eko-sistemlere” geçişte 2020 özel bir dönemeç olacak mı? Egolarımızı nasıl durdurabilir veya eğitebiliriz?
Mesele egoyu durdurmak değil. Onu doğru yere koymak. Diğer herkes ve her şey olmadan biz de var olamayız. Sen ve ben, şu anda nefes alıyoruz, çünkü bazı bitkiler günışığını emerken oksijen salıyor! O bitkilerle biriz aslında. Olmasalardı, olmazdık. Descartes’ın lafını bilirsiniz: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Bu benim için fazla akıl merkezli bir yaklaşım. Şöyle demeyi yeğlerim: “Varım, çünkü varız.” Bu birbiriyle var olma fikri, insanlar için de gelecek umudunun temelini oluşturuyor.
Bence süregiden dönüşümün birçok tezahürü var. 2019’da aktivistlerin ve çocukların iklim değişikliği için sokağa indiğini gördük. Bu fikirler tüm dünyada filizleniyor. Şimdi birbirimize göbekten bağlı olduğumuzu fark etmemizi ve olaylara farklı bir perspektiften daha alçak gönüllülükle bakmamızı sağlayan bir kriz devam ediyor.
BM, bir dizi SKH (Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi) için bir çerçeve önermişti. Dünya genelinde 2030 için 17 sürdürülebilir kalkınma hedefi etrafında bir araya gelen STK’lar, işletmeler ve hükümetler var. Bir aciliyet duygusu var, çünkü bu gerçekten bir varoluş krizi. “Bir şeyleri değiştirmek iyi olurdu” gibi değil; daha çok “Değiştirmezsek mahvolduk!” gibi bir şey. Bazı insanlar durumun o kadar da kötü olmadığını düşünebilir. Ancak sistemik bir perspektiften bakarsanız, geçmiş on yıllarda öyle ya da böyle işlevini sürdürmüş bu büyük makine, artık çalışmıyor. Bu yüzden bence ego-sistemlerinden eko-sistemlere geçiyoruz. Ego-sistemleri, bazı kişilerin veya organizasyonların en üstte, geri kalanların ise altta olduğu piramidal bir yapıya sahip. Eko-sistemlerde ise piramit; herkesin eşit olduğu, insanlık ve geri kalan her şey için hayatın serpilmesi adına işbirliği yaptığı bir çembere dönüşür.
CHARLES MICHEL’IN ÜTOPYASI
Dergimizin bu sayısını “Ütopya” ya adadık. Bu kavramın biraz hor kullanıldığı ve hayalperestlik olarak görüldüğü ortada, ama yine de soracağım: Senin Ütopya’n nasıl bir yer olurdu?
Kelimenin kökenine bakalım. Ütopya, var olmayan veya olamayacak bir yer anlamına gelir. Ben yine de Ütopya’yı var olabilecek bir yer olarak hayal etmek istiyorum. Burada biraz polemik yapalım: İnsansız bir Dünya gezegeni düşlemek Ütopya’ya çok yakın olurdu. Bir grup insanın, insansız bir gezegene tanıklık etmesi mümkün değil. Alın size Ütopya!
Hayır, bu benim Ütopya’m!
Ama sonra işler karışıyor, değil mi? Ben gerçekçi bir Ütopya fikrini seviyorum, bu yüzden farklı bir kelime önermek istiyorum: Sitopia. Hayranı olduğum büyük İngiliz düşünür Carolyn Steel’in ortaya koyduğu bir kavram. Kendisi, şu sıralar okumakta olduğum Sitopia: How Food Can Save the World adlı bir kitap yazdı. Kitabın başlığı, “sitos” (yemek) ve “topos” (yer) kelimelerinden oluşuyor. Hayalim, tükettiği tüm yiyecekleri üretebilen, kendi kendine yeterli bir şehir olurdu. Bazı düşünürlerin Ütopya dediği şey bu, ama imkansız değil! Gereken tüm teknolojiye sahibiz, hatta bunu düşleyen insanlar bile var. Yüzde yüz emin olduğum bir şey var: Yaşam süremiz içerisinde, bir eko-sistemin ya da sürdürülebilir köylerden oluşan bir ağın yükselişine tüm dünyada tanık olacağız.
O zaman son soru: Görünürde “ümitsiz” bir günde neşelenmek için ne dinlerdin?
Ravel’in Bolero’su odaklanmam veya ruh halimi yükseltmem gerektiğinde her zaman işe yarıyor. Farklı orkestra şeflerinin farklı yorumlarını dinlemekten hiç usanmadım.
Charles Michel’i takip etmek için: charlesxmichel.com ve @charlesxmichel