TOP

Tutku: Uzun Mesafe Yürüyüş Rotaları

Dünyanın ülke sınırlarıyla değil, nehirler ve dağlarla bölündüğü, coğrafyaların birbirinin uzantısı olduğu zamanlarda alıp başını yürüyerek bir yerden bir yere gitmek tuhaf değildi. Günümüzde bu hissi yaşamak isteyenlerden olan Can Bulgu, hayatının bir parçası haline gelen ve onu İspanya, Türkiye ve Japonya’nın ücra noktalarına götüren uzun mesafe yürüyüşlerini anlatıyor.

Yürüdüğün ilk uzun yol hangisiydi?
İspanya’nın kuzeyindeki Camino de Santiago. İlk tanıştığımda Katolik Kilisesi’nin hac yolu olarak biliyordum ama sonradan fark ettim ki Hristiyanlıktan da önce dünyanın sonuna giden yolmuş; yani Amerika’nın varlığı bilinmezden önce. Dünyayı düzlük bir alan olarak hayal eden insan, İspanya’nın en uç köşesini dünyanın sonu olarak biliyormuş. Ortaçağ Avrupası’nda suç işlediysen hakimler seni Camino de Santiago’ya gönderiyormuş ceza olarak; kanıt olarak da döndüğünde oraya has bir istiridye kabuğu getirmen gerekiyormuş.

Camino de Santiago uzun yürüyüş yollarının belki de en ünlüsü. Paulo Coelho’nun Hac kitabı sayesinde de bir tür fetişe dönüştü sanırım…
Camino de Santiago yolu üzerinde bir hac müzesi vardı. Yolu her sene kaç hacının yürüdüğüne dair 200-300 senelik bir defter tutmuşlar. 1970’de sadece 60 kişi yürümüş yolu.

Avrupa’da dinsizliğin zirve yaptığı sene diyebiliriz…
Aynen, insanların sahillere akın edip sörf yapmaya başladığı sene de diyebiliriz.

Artık daha turistik amaçlı mı yürüyor insanlar Camino de Santiago’yu?
Evet, ama turistik amaçlı da yürüseler sanki hep, hayata dair anlamlı bir iki cümle keşfedebilir miyim umudu var insanlarda.

“Antroposen diye bir tabir var; duydun mu? İnsanın şekillendirdiği çağ demek. Doğadaki bütün süreçlerin insanın eline baktığı çağdayız. Bence seyyah olarak bunu çok ürkütücü şekilde görüyorsun.”

Toplam kaç kilometre?
Paulo Coelho’nun kitabında anlattığı, benim de ilk başta referans aldığım kısım, İspanya – Fransa sınırında Pirene Dağları’nın eteklerinden başlayan yaklaşık 860 km’lik kısım. Aslında tarihsel olarak Rusya’dan, İtalya’dan, Polonya’dan ve Hollanda’dan bile Camino de Santiago’ya çıkan yollar ve bunların haritaları var. Hepsi işliyor bir şekilde. Hollanda’dan yürüyen biriyle tanıştım. İtalya’dan, Vatikan’ı ve Assisi’li San Francesco’yu ziyaret edip gelenler de vardı. Fransa’da Lourdes’den geliyorum diyen vardı.

Benim İtalyan bir arkadaşım da o yolu banka kartını kırarak yürümüş beş parasız. Bu mümkün mü?
Ben de kısmen beş parasızdım. Yürünebiliyor, tabii. Konaklama için paran yoksa kimse seni boğmaya çalışmıyor. Fransız bir boksörle tanışmıştım, beş senedir hac yolunda yaşıyordu. “Boksördüm, şimdi bahçıvan oldum. Kiliseden kiliseye, manastırdan manastıra gidip yemek ve yatak karşılığında bahçe işleri yapıyorum,” diyordu. Bir süre orada kalıyor, sıkıldığı zaman yoluna devam edip başka bir bahçe arıyor. Böyle insanlar da var.

Bu tecrübe seni nasıl değiştirdi? Oyunun bir adım dışına çıkıyorsun neticede…
Aslında oyunun dışında ne kadar çok insanın yaşadığını idrak etmek, ilk başta şok edici bir duygu. Şehir merkezinden çıktığın zaman oyun devam etmiyor mu? Ediyor… Köylü de mümkünse para biriktirip şehirli olma hayali kuruyor. Fakat bu hayatta uzun süre yaşamış taşralı insanların seninle paylaşabilecekleri çok ilginç karakter özellikleri var. Bir şehirli olarak “turistik gezi” adı altında gittiğinde belki göremeyeceğin şeyleri, 40 haneli bir köye yaya olarak girdiğin zaman görmeye başlıyorsun.

MEZOPOTAMYA’DA BİR MODERN ZAMAN DERVİŞİ

Yaya olarak bir yerleşime girdiğin zaman, insanların seni algılayışı da mı değişiyor?
Kesinlikle… Ben çok acayip anlar yaşadım. Türkiye’den örnek vereyim: Anadolu’da, Mezopotamya’da “derviş” denilen bir kimlik var. Kitaplarda bu kimlik hep münzevi, deli, herkesin dışında biri gibi anlatılır. Ama “derviş” genelde yaya olarak köyden köye gezen yabancıdır. Birkaç kere bana da “derviş” dediler; öyle karşıladılar Anadolu’da. James Silk Buckingham diye İngiliz bir gezgin de 1827 tarihli Travels in Mesopotamia adlı seyyahnamesinde, Mardin’in Zınnar köyünde Hindistan’dan bir müzisyenle karşılaşıyor. Sohbete başlıyorlar, adam “Ben dervişim,” diyor. “Senelerdir geziyorum; suç işledim, köyümden kovdular Hindistan’da. Kendimi burada buldum,” diyor. Bunun o coğrafyada yerliler tarafından saygı duyulan bir kimlik olduğunu o zaman fark ettim.

Yola dönersek… İnsan bir kere uzun yol yürüdükten sonra, tekrar yürümek mi istiyor? Uzun yol yürüme serüvenin sonra nasıl gelişti?
Bazıları “büyük cesaret” diyor. Ben, aslında “büyük çaresizlik” diyorum. Yola çıkmanın çok heyecanlı veya maceraperest gelen bir tarafı var. Ama bir o kadar da içinde yaşadığın sistemin seni içinde tutamamasının çaresizliği var. Coelho’nun kitabını okuduğumda yaşım 19’du. O zaman şöyle düşünmüştüm: “Hayata dair umutsuzluk hissettiğim bir dönem olursa bu yolu yürüyeceğim.” On bir sene sonra, yani 30 yaşımda da o an geldi!

Ondan sonra en uzun yürüdüğün yol hangisiydi?
Türkiye’de 2.000 küsur km yürüdüm. Üç küsur ay sürdü. Formda bir insan normalde günde ortalama 30 km yürüyebilir. Arada keyifli molalar verirsen ayaklar seni taşıyor. 30 günde 900 km eder. Benim bugüne kadar bir günde yürüdüğüm en fazla mesafe 48 km. Bu arada, sabahın 5’inde yola çıkıp gece 1’e kadar 70 km yürüyen insan da gördüm.

“Uzun yol yürümenin kuralı basit: Sırt çantanın ağırlığı, vücut ağırlığının %10’u kadar olacak. Ben 90 kiloysam, çantam 9 kilo olacak. 11-12 kiloysa, yolda hayat eziyete dönüşür”.

Türkiye’deki yürüme rotanı nasıl çizdin?
Hiç çizmedim. Rota çizmeyi İspanya’da bırakmıştım. Belli bir çizgiyi takip etmeye çalışmak kadar yolu keyifsizleştiren bir şey yok. Amazon ormanlarında, hayatta kalmaya çalıştığımız bir belirsizlikte yürümüyoruz neticede. Her yeri sarmış bir yol ağı var. Dolayısıyla edindiğim huylardan biri, ilk gördüğüm insana yol sormak: “Bu yol nereye çıkar?”

Türkiye’de de “Sora sora yol bulunur” şeklinde mi ilerledin?
Ben aslında Suriye sınırında olmak istediğimi biliyordum. 2011’de Suriye Savaşı yeni başlamıştı. O sıra kolumu kırmış ve yeni iyileşmiştim. “Benim orada olmam gerekiyor” dedim. Tam nerede olmam gerektiğini bilmiyordum ama Hatay’dan çok haber geliyordu ve içgüdüsel olarak o taraflara kaymam gerektiğini düşünüyordum. Yolda tanıştığım insanlar beni Mardin’e yönlendirdi! İranlı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi’nin Monica Belluci’nin başrolünü oynadığı Gergedan Mevsimi adlı kısa filmi için Mardin’de kameramanlık yapmış bir yönetmenle tanıştım. “Senin Mardin’e mutlaka gitmen lazım,” dedi.

Gittin ve kaldın mı Mardin’de?
Gittim ve onun dediği sinema derneğini buldum. Sinema derneğinin çok değerli yöneticisi Mehmet Hadi Baran, “Seninle işimiz var, gidemezsin bir yere,” dedi. Ben iki üç gün kalıp yola devam ederim diye düşünüyordum. Fakat kaldım ve proje yazmaya başladım. Bir ay oldu altı ay; altı ay oldu bir sene… Bir sürü proje yaptık. Tam o dönem Yezidiler kaçmıştı Suriye’den; tam da yapmak istediğim işlerin içinde buluverdim kendimi.

Daha sonra eşin Emel Ernalbant’a da Mardin’de rastladın ve sonrasında beraber bir uzun yol yürüdünüz bildiğim kadarıyla…
Evet. Emel yolların benim için önemini biliyordu. O da çok geziyordu fotoğrafçı olarak. Gezmek nedir, bir yeri anlamak nedir, çok tartıştık o dönemde. Benim bir yeri gördüm demem için, dört mevsim orada kalmam gerekir. Beraber yol yürümek de benim için bir kıstastı aslında. “Ben daha yol yürüyeceğim, ona göre,” diye sinyal veriyordum; o da çok sıcak bakıyordu.

SHIKOKU HAC YOLUNA HAZIRLIK

Shikoku Adası’nı beraber yürümeye nasıl karar verdiniz?
Camino de Santiago yolunu yürürken tanıştığım Shikoku’lu yaşlıca bir hacı vardı. Bir gün onu hatırlayıverdim. Oğluyla Shikoku Adası’ndan gelmiş. Japonlara has hasır balıkçı şapkasıyla bir tarlanın ortasından yürüyordu. Ben de bir ağacın altında dinleniyordum. “Bu kim?” dedim. Konuşmak dışında bir seçeneğimiz yoktu. Oğlu intihar etmişti ve onun yasını tutmak için küçük oğluyla bu hac yolunu yürümeye karar vermişti. Çok ağır bir hikayesi vardı… Japonya’daki hac geleneğinden bahsetti. Shikoku yolunu birkaç kere yürüdüğünü ama yetmediğini anlattı. Bir de bunlar varlıklı insanlar değil; gerçek işçi, onu da hissediyorsun! Belli ki adam bir travmayı sindirmek için yürüyor yolu; bir de küçük oğluyla tekrar bağ kurabilmek için…

Japonya çok farklı bir ülke. Bana bir parça uzay gibi geliyor. Nasıl hazırlandınız seyahate?
Çok hazırlanmadık. Sırt çantaları ile ayakkabıları tamamladık. İlk kez yol yürüyeceği için, Emel daha çok şeye ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Mardin’den şampuan, iki kiloya yakın kuruyemiş falan koyduk çantamıza. Sonradan otelde bıraktık birçok şeyi. Uzun yol yürümenin kuralı basit: Sırt çantanın ağırlığı, vücut ağırlığının %10’u kadar olacak. Ben 90 kiloysam, çantam 9 kilo olacak. 11-12 kiloysa, yolda hayat eziyete dönüşür.

Zorlandığınız anlar oldu mu?
24 saat bir kişiyle birlikte yol yürümek, gerçekten çok büyük eğitim. Bakış açını sürekli değiştirebilmen gerekiyor. Bir de çok kısıtlı bir bütçemiz vardı ve Emel, “Paramız nasıl yetecek?” diye endişeleniyordu. Ben de diyordum ki: “Dert etme; çözeriz vakti geldiğinde.”

Ucu ucuna bir bütçeyle gittiniz yani. “Yol seni ihtiyaç duyduğun şeylerle karşılaştırır!” inancı mı bu?
Ben İspanya’ya da çok parayla gitmemiştim. Acil durumda, insanın elindeki tüm yetilerini aktif olarak kullanma özelliği harekete geçiyor. Mesela bir merakım çizim yapmak ve yolda her gün eskiz defterine çizimler yaptım. Yolun sonunda Santiago de Compostela’ya vardığımda beş parasızdım. Yolda geçen 3 ayın sonunda, eve dönüş bileti alacak param yoktu; zaten dönmek de istemiyordum. Bir fotokopiciye gidip çizimlerimden hızlıca bir kitap tasarladım ve 50 adet bastırıp sokakta sattım. Dördüncü günün sonunda hepsi satılmıştı ve cebimde 300 Euro vardı. Onlarla yeniden kitap bastım, sattım. Santiago de Compostela’da böylece bir sene kaldım. Daha büyük tuvallere resimler çalışıp sergi açtım. Hatta belediye bir tane büyük tablomu satın alıp binasına astı.

88 BUDİST TAPINAĞINDAN GEÇMEK

Japonya’yı biraz daha açalım mı? Diğer yolları yürümekten farkı neydi? 88 tapınaktan geçen ruhani bir yol sonuçta…
“Antroposen” diye bir tabir var; duydun mu? İnsanın şekillendirdiği çağ demek. Doğadaki bütün süreçlerin insanın eline baktığı çağdayız. Bence seyyah olarak bunu çok ürkütücü şekilde görüyorsun. Japonya’nın dışarıdan baktığında gerçekten heyecan verici bir gizemi var. Çocukken izlediğin filmlerden, ya da Miyazaki’den, hep fantastik bir tarafı olduğunu seziyorsun. Ama gittiğimiz Shikoku Adası, Hiroşima’ya, yani 2. Dünya Savaşı sonunda atom bombasının atıldığı yere çok yakın. Girdiğimiz çoğu ormanda kuş sesi yoktu! Yaşadığımız en korkunç tablo ise şuydu: Çok güzel bir ormana girdiğimizde inanılmaz bir leş kokusu hissettik. Sonrasında da domuz çığlıkları duymaya başladık. En beklenmedik noktaya devasa domuz mezbahaları kurmuşlardı.

Öte yandan adada büyük depresyon var. Ülkede intihar oranı en yüksek yerlerden biri. Orada gördüğüm taşra çaresizliği, İspanya’da hac yolunda tanıştığım adamın oğlunun intihar etmiş olmasıyla zihnimde örtüştü. Gençler Tokyo’ya kaçmaya çalışıyor, yaşlılar yalnızlaşıyor. Tokyo dışında bir toplum mümkün değilmiş gibi davranıyor bütün ülke.
Adada lüks yarış arabaları süren rahipler gördük. Babadan oğula geçiyormuş rahiplik mertebesi. Oğlu Budist rahip okulunu bitirdikten sonra babasının tapınağını devralıyormuş. Hac yolu üzerindeki 88 tapınaktan bir tanesi ise yaşadın; çünkü hacılar senin tapınağından geçmek zorunda. Terkedilmiş tapınaklar da var. Asıl ilginç olanlar onlar tabii. Ülke 2. Dünya Savaşı’na girerken, Budist rahipler imparatordan ve ordudan yana tavır alıp halka savaşmasını tembihliyor. Amerikalılar ise savaşı kazanıp ülkeyi işgal ettikleri dönemde bu bağlantıyı keşfedince, Budizmi anayasal olarak yasaklıyorlar. Hatta Japonya’ya çok sayıda Hıristiyan misyoner yolluyorlar. O yüzden rahiplerin tapınakları uzun süre kapalı kalmış ve önemsizleştirilmiş.

Bir de Japonya’nın kendine özgü Şinto dini var; biraz şamanizmi andırıyor. Ormanların ruhu olduğuna inanıyorlar. Her doğa olayının bize bir şey anlattığı inancı bence çok sağlıklı. Keşke bugün de doğayı o kadar dinleyebilsek. Mesela bir seferinde yanlış yola girmiştik. Akşamüstü olmuştu. Minshuku dedikleri küçük hostellerden birinde, yaşlı bir teyzeye “Bu yoldan gidebilir miyiz?” diye sorduk. “Şimdi değil. Kami var” dedi. “Kami ne?” dedik? Ormanın ruhuymuş. “Bu saatten sonra ormana girmeyin” dedi. Biz de tırstık tabii.

HAYATTA KENDİ RİTMİNİ BULMAK

Yavaşlamak aslında bir hayat tercihi. Yürümek bunun görünümlerinden bir tanesi. Başka bu tip tercihler de var mı hayatınızda? Evde sandalyesiz yaşadığınızı fark ettim mesela…
Buna yavaşlamaktan ziyade, kendi ritmini keşfetmek demek daha doğru. Sandalyesiz yaşam fikri de Mardin’de başladı aslında. Japonya’da da güçlendi. Hostellerde sabahları inanılmaz keyifli kalkıyorduk yer yatağından. Yerle kurduğumuz bağlantı çok mühim. Yerde oturan biri ortalama 2-3 dakikada bir pozisyon değiştirir farkında olmadan. Bir sağa, bir sola kaykılır, dizlerinin üstüne oturur, çömelir. Biz de oğlumuz Aki ile beraber yerde yaşamayı öğrendik. Onunla hemhal olmakla başlayan, ama bize de çok iyi gelen bir değişim oldu. 5 cm’lik bir minder ile çok daha mutlu bir uyku düzenimiz oluverdi. Evde yatak diye bir şey yok. Her sabah yatağımızı toplayıp, odayı oturma alanına dönüştürüyoruz. İki senedir bu düzende yaşıyoruz. Artık bir odada yatak gördüğümde bana fenalık geliyor. Ölümcül bir dekor parçası: İnsanı ruhsal olarak öldürüyor bence.

Şimdi sırada hangi yolu yürümek var?
Shikoku’daki 15. tapınakta bir rahip bize Çin’de inanılmaz bir hac yolu olduğundan bahsetti. Kitaplar çıkardı önümüze hararetle, Çin’den fotoğraflar koydu. İngilizce bilmediği, biz de yolun başında çat pat Japonca konuştuğumuz için tamamen farklı bir boyutta anlaşmaya başladık. Böylece içimize bir tohum atmış oldu; birkaç sene sonra kendimizi Çin’de bulabiliriz!

İsmi ne yolun?
İşte sıkıntı orası. Bilmiyoruz. Çince bir şeyler gösterdi. Güneydoğu Çin’de bir yer olduğunu anladık sadece ama vakti gelince çıkacak bir yerlerden diye düşünüyorum…

Can Bulgu’yu Instagram’da takip etmek için: @canbulgu

Yorum yazın